7 Eylül 2018 Cuma

büyümek biraz da kabulleniştir

şu sıralar kendimle gurur duyuyorum. belki duymam için bir sebep yok ama ben yine de gururluyum. hatırladıpım kadarıyla ilk defa bir yaş aldığım için bu kadar mutluyum. bu yıl boyunca bir sürü insanla tanıştım, bazılarını tanıdım. zaten tanıdıklarımı biraz daha güçlendirmeye çalıştım. ne kadar yaptığımı bilemem ama bir derecede benim için yeterliydi. bu yıl işe yaradım; anneme, babama, teyzeme, anneanneme yardım ettim. ne kadar anneme çok fazla bir şey yapamasam da, yanında olmaya çalıştım. bir nebze önemli o da. akrabalarımla ilişkim ilerledi, kuzenlerle konuştum, babaannemlere çok zaman veremesem de olabildiğince herkesle birlikte olmaya çalıştım. tamam, yaz tatilinde biraz sanatı boşlamış olabilirim (ve okul yılı boyunca) ama yazın tekrar kitap okumaya başladım. en az 6 kitap bitirdim (eskiye oranla çok az ama 3 ayda bir kitap bitiremediğim zamanlar da vardı). romantik ilişkilerde sıçmış olabilirim, bunu kabul etmeliyim. ve o sıçış içinde bir arkadaşı da neredeyse kaybettim, hala emin değilim yakın zamanda öğreneceğim. biraz olsa da başarılıydım, iğrenç başlangıçlar yapıp yükseldim. biraz boyum uzadı, saçım en az iki defa değişti, yüz şeklim yerine biraz daha oturdu.
saçma şeyler olmadı değil, çoğunlukla yeni anlamaya başladığım kısımlarda; romantizm, çıkar ilişkileri, cinsellik, kişilik karmaşası, düşünce ayrılıkları (politik ya da değil). kendime ve daha bir sürüsüne itiraf ettiğim bir benlik ögemi anneme söyledim, biraz gergin bir konuydu.
ben açıkçası biraz büyüdüğümü düşünüyorum. umarım bu düşüncede yalnız değilimdir çünkü büyümek için uğraştım. umarım işe yaramıştır.
işte bu yüzden son bir haftadır çocuk gibiyim. etkinliklere gittiğim için, arkadaşlarımla buluştuğum için, hediye aldığım için mutluyum, heyecanlıyım. çünkü artık büyümeye karar verdim ve bunlar benim ufak kaçamaklarım. daha sadece 16 olmuş olabilirim, ama yaşın önemini o yaştakiler anlar. ve ben, anlıyorum.

küçük organizma

10 Temmuz 2018 Salı

dumbledore'un sakalında birikmiş kırıntılar

ne istiyoruz hayattan? hayır bu değil. bu bir soru. ben soru istemiyorum. ben cevap istiyorum. bir açıklama mümkünse.

saat 3.38, günlerden salı. ben bu saatte oturmuş kalan izmaritlerin son tütününü içime çekiyorum ve en nefret ettiğim içkiyi kahveme katmış, beynimi bulandırmasını istiyorum. şu an en istediğim şeyin biraz netlik ve durgunluk olduğu düşünülürse biraz ironik, değil mi? insan hayatının da böyle olduğunu düşünmek hoşuma gidiyor. ama aslında değil, bunu bilecek kadar stabil arkadaşlara sahibim. bir B stabilizasyonudur gidiyor. önce Batuhan sonra Baran... sırasını bilemem gerçi, burası benim yazı alanım. ben ne biliyorsam o geçerli burada.

bir süre önce bizi öldüren şeylere bağımlı olduğumuzdan bahsetmiştim kısa bir yazıydı(yazı diyesim gelmiyor gerçi, bir kaç cümleyi geçmiş bir not desem daha doğru olur kendimce) gerçekten de öyle. zararlı bir ilişki içindeyim, tam ilişki diyemiyorum aslında. daha çok kendimizi, birbirimizi sevdiğimize inandırdığımız ve birbirimizi kaybedersek bir daha düzelemeyeceğimize inandırdığımız bir çekişme. o buna inanıyor, ne benimle ne bensiz mutlu olabileceğine. ben de böyle düşünüyorum ama biraz da sorumluluk katıyorum ben işin içine. sonuçta o bensiz mutlu olamıyorsa, ben onu mutlu etmek zorundayım. beni istemsizce üzmeye devam ediyor, kendisi mutlu olamıyor ve etrafında onu seven ve ona değer verenlere de mutluluk şansı tanımıyor. ben ona en çok değer verenim galiba ki ben hiç mutlu olamıyorum bazı anlar dışında. şu günaydın ve iyi geceler mesajları mesela. ah nasıl gülümsüyorum onları görünce. ve şu arkadaşlarıyla eğlendiği zaman, ailesiyle işler yolunda gidince, kendini güvende ve rahat hisettiğinde.

sanırım aramızdaki fark bu. o bensiz mutlu olamıyor, ben onda mutlu oluyorum. bakma sayfaya öyle garip garip, arasında fark var.

(gece saatler çok daha çabuk geçiyor. yazmanın etkisidir bu belki de)

ben biraz yalnızlık takıntılıyım galiba. hani şu, sabah tek başına, yatağında bilgisayarına kıvrılmış uyandığın, kimseye neden son görülmenin dört küsür olduğunun hesabını vermek zorunda olmadığın türden. seçici birliktelik hali. arkadaşlarım, ailem varlıklarını sürdürecek, ben de öyle. sadece ben bazı günler tamamen kendim olacağım. evde başka kimse olmayacak; kendim uyanacağım, kendi işlerimi halledeceğim, kendi seçtiğim bir ortamda yaşayacağım. tabii kim kaybetmiş bu yaşamı da ben bulayım. hele hele daha yasal reşitliği bırak, etrafımdakilere reşitliğe hazır olduğumu kanıtlayamaz haldeyken.

bazen gerçekten sorumluluk almak iyi geliyor. insana kendini kanıtlama fırsatı veriyor. ama bazen o kanıtlamak işe yaramıyor. bir tartışma ortamı olduğunda korkar ve en saçma savunmalara sığınırım. ssırf bu yüzden bile hala çocuk olduğumu istemsizce gösteriyorum dünyaya. çorba yapmak, kolay değil mi? ne malzeme varsa haşlayıp karıştırıp su katıyorsun ve oluyor. basit bir iş. ama hayır, onda dahi bir laf işitmek zorunda kalabiliyorum. "bir defa daha yapabilecek misin yoksa rastgele miydi bu?". elim yandığı zaman suçlu benim, bu normal. hele hele salaklığım yüzündense daha da normal. ama eğer karşımdaki kişi o sırada bana yardım etmeyi reddediyor ve acı çekmemi izleyip yine ve yine suçu bende buluyorsa, orada işe dur demek lazım.

gerçi benimle uzun süreli yaşamadıkları için üzerimde çok uzun uzadıya bilgi sahibi değiller. fakat bu aynı zamanda demektir ki üzerimde uzun uzadıya fikre sahip olamazlar. olmamalılar. onlara gösterdiklerime bakıp sadece uyarmaları yeterli olabilir. ama hayır, bu konular üzerine güzel bir söylev çekmeliler. birlikte (ama ayrı) yaşadığım anne ve babamdan bile fazla üzerime yorum yapmalılar.

ama onları böyle kabul ediyorum, çünkü onların tersine ben onları sadece gördüklerimle yargılamamk için gerçekten elimden geleni yapıyorum. büyüyorum, bazı fikirler yeni yeni yerine oturuyor, çabalıyorum. hepimiz bu yaşlarda simyacıyız sonuçta. bir kimyacının, simyacıya öğüt vermesi ne kadar mantıklıdır? hala deneyenlere verilen bir sonuç, yeterli değilidr. nasıl ki daha kimyasal elementleri bilmeyen birine asit baz tepkimelerini öğretmek işe yaramaz, daha yenilerde yaşamaya başlamış birine hayatta karşısına gelecekleri öğretmek mânâsız olur.

aman burada yanlış anlaşılmasın, yol göstermekten bahsetmiyorum. yol göstermek kadar içten bir yardım yoktur. fakat o gösterdikleri yolun tek yol olduğunu söylemek... işte bu sıkıntıdır. bu ego demektir. fakat bunu büyüklere söyleyince kibirli oluyorsunuz. bu yüzden büyükler karşısında tek yapabileceğiniz susmaktır.

biz ve onlar. ne güzel demiş Roger Waters (ve Richard Wright, yardımcıları unutmamak gerekir). insan hayatı boyunca hep bir biz ve onlar buluyor. biz ve sağcılar, biz ve kürtler, biz ve erkekler, biz ve zenginler... sonsuza kadar giden bir biz ve onlar var. ben de istemszice düştüm bu dipsiz kuyunun içine, etrafta ip aranıyorum.

belki biz insanlar, ve onlar da, ne bileyim diktatörler ve caniler olursa iş biraz daha anlamlı olurdu. ama biz tanımı sadece çok ufak ve çok belirgin bir detaydan oluşuyor. düşünce mesela. birisi dindardır, diğeri ateisttir. sonuç kavga oluyor. halbuki o sırada nice bilgi öğrenme şansın var. düşünsene, karşında farklı düşünen ve bu düşünceye inanan biri var. onun neden böyle düşündüğünü öğrenebilirsin, onu bu düşünceye inanmaya iten kilit unusuru anlamaya çalışabilirsin. günümzde pek yaygın olmayan bu zihin hareketine empati diyoruz bu arada, ortak yaşamın anahtarı. ne yazık ki şu sıralar insanlar kapı kırmaya pek meraklı.

düşünme eylemine bir örnek buldum, bu satırlara ne ara geldim bilmiyorum. zihnimin içinde dönüp duran fikir baloncukları dışında tek farkında olduğum şeyler, ekran ışığyla aydınlana klavyeden gelen tıkırtılar, yanı başımdan gelen müzik sesi ve saksağan ötüşleri. ve ben sadece düşünüyorum.

gençlik ilginç bir konsept, konsept diyorum çünkü hayatlarını partiyi sadece toplanıp konuşarak geçiren insanlar var. parti dediğin bir amaç uğrunadır. doğumgünü, bekarlığa veda, "mayalılara göre öleceğiz"... nasıl yaşayacağı partiyi düzenleyene bağlıdır.

konu değiştirmeliyim galiba, çünkü yazmaya devam etmek istiyorum ama bahsettiğim konudan koptum.

bağımlılıklar? hayatımızın her alanında varlar. arkadaşlar da öyle. ve tabii müzik, hisetmeyi isteyen herkese açık. duymak değildir çünkü, müziği duymazsın. müziği hissedersin. damarlarına girdiğini, kalbinine ulaşıp vücuduna dağıldığını hissedersin. kulaklarında titreşimdir bu bazen, parmak uçlarında karıncalanma, baş dönmesi, kalp ritim bozukluğu. prospektüs gerektiriyor aslında da, antibiyotik gibi. insan kendisine iyi geleceğini düşünmekten alıkoyamıyor zihnini.

aklım nerede? takip edemeyeceğim yüksekliklerde ve inemeyeceğim derinliklerde. bazen de tam olması gereken yerde, kafatasının biraz, çok azıck yukarısında. akıl asla tamamen bireysel olmamalıdır. kendi sahibinden başka varlıkların da farkında olmalıdır. çünkü empati, çünkü paylaşım. ha, boşuna etrafa dağıtmak da intihar bombacılığıdır. o da unutlmamalıdır.

ah soracak o kadar sorum var ki ve arayacağım o kadar cevap... ama bir ara vermek en sağlıklısı olur.

saat 4.58. resmi olarak bir saat yirmi dakikadır düşünüyor ve soru soruyorum. cevaplarını bulabildiğim de var bulamadığım da, sadece aklıma ya da farklı bir metne yazdığım sorular da cabası. gördüğünüz üzere konuşmaya geldim buraya, fikir dökmeye beyaz sayfanın sonsuzluğuna.

bu yüzden arkadaşlar değerlidir. bu fikirleri sayfaya dökmek kadar havaya saçmak ve etrafınızdakilerin solunumuna göndermek, karşılığında onların akıllarını da biraz koklamak iletişimdir. bu iletişimi sizi anlamaya çalışan insanlarla yapamayacaksak daha kimle yapabiliriz ki?
ama şu an arkadaşsızım, karşıma oturtup konuşabilecek kimsem yok. o yüzden ekranı aldım klavyeyle, iç diyaloğumu monolog olarak döküyorum içine,

sonraları bu metne bakarsam şunu düşüneceğimi biliyorum; kime yazdım bu metni? kendime mi? bir okuyucu kitlesine mi yoksa? ya da birisine anlatmak istiyordum ama ona anlatana kadar kafamdan uçup giderdi bu kağıttan fikirler?

tek bildiğim şey, ben bunları anlamlandırmak için yazdım. en yakınımdaki araç buydu (çünkü klavye de bir iletişim aracıdır beyler bayanlar) ve ben de yazdım. kısaca ben kafamı biraz da olsa toparlayabildiysem, benden başka alıcının kim olduğu önemli değil. ben düşündüm, bu da kırıntıları işte. kuşlar yemeden yolunuzu bulmada iyi şanslar.

küçük organizma

(gerçekten soru istemiyormuşum... sanırım ihtiyacım vardı. insan bazen susadığını bile anlamıyor ki!)